18 Aralık 2010 Cumartesi
Bir önceki yazımda bahsettiğim Barış Hoca'dan inciler:
26/09/2010
'Genç Werther'in Acıları'nın yazarı Goethe ne kadar arabeskse, Orhan Gencebay da bir o kadar romantik
M. BARIŞ GÜMÜŞBAŞ (Arşivi)
Siyasetin doğal mecrasında akmasının sürekli kesintiye uğratıldığı, siyasetin şüpheli bir eylem olduğunun toplumsal bilinçaltımıza kazındığı bir ülkede, insanların siyaset yapmanın zahmetlerine katlanmak yerine siyaset hakkında konuşmayı tercih etmeleri doğal. Bu durumun garip sonuçlarından biri, taraflar arasında hem günlük siyasi hem de daha karmaşık haliyle ideolojik mücadelenin kendini neredeyse yalnızca kültürel olgular üzerinden ifade etmesi. Siyasetin dilini tam sökememiş olmamız, hemen kültürün diline sarılmamıza neden oluyor. Yaşam biçimlerimizin karşılıklı olarak tehdit altında olduğunu hissetmek de bu dilin keskinliğini artırıyor. Kültürel olanın ideolojik ve politik olanla bağı, evrensel bir gerçek. Ama demokrasi pratiğinin yerleşik olduğu toplumlarda kültürel olgular küreselleşmenin getirdiği tüm karmaşaya karşın yine de siyasetin gündemini tamamen belirleyemiyor ve siyasetin temel unsuru olan sosyoekonomik anlamda “sınıf”ın (elbette kültür de sınıfın bir boyutu) ve sınıfsal siyasetin alanını bütünüyle işgal edemiyor. Başından beri kendini “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tahayyül eden ve siyasetin nefes alamadığı ülkemizde her türlü farklılık üzerine tartışma, mücadele ve uzlaşma zeminini sağlayacak olan siyasi gelenekten yoksun olduğumuz için, kültürel farklılık gerçeğiyle yüzyüze kaldığımız bu korkutucu dünyada kültürel olguları siyasetin bizzat kendisi sanıyoruz. Ve siyasi farklılıkları kültürel farklılıklara, kültürel farklılıkları da siyasi farklılıklara tercüme ederek anlamaya çalışıyoruz. Sonuç ise tam şu filmin adı gibi: Lost in Translation yani düz çevirisiyle “Çeviride güme giden”.
Arabesk-Wagner
Böyle bir hatayı, arabesk müzik hakkında aşağılayıcı sözleriyle gündeme gelen Fazıl Say da yapıyor. Bir müzik türünün sevenlerine kendi kültürel tercihi doğrultusunda hakaret etmekle kalmıyor, tercihini siyasete de tercüme ederek “arabesk iktidar partisinin kültürüdür” diyor. Tartışmanın referanduma denk gelmesiyle, özellikle referandum sonuçlarının ardından, kültürel olgularla siyasi olguları harmanlayan görüşler her tür medya ortamında gırla gidiyor. İnsanların siyasi tercihleri ile müzik tercihleri, neredeyse yedikleri, içtikleri vs. gibi günlük yaşam pratikleri arasında bağlantılar kurulurken, kültürün çok boyutlu bir kavram olduğu unutuluyor.
Say gibi düşünenlere basit bir hatırlatma: Naziler Wagner’in müziğine hayrandı ve suçlarını işledikleri yer, herkesin arabesk değil klasik müzik dinlediği bir ülkeydi. Say gibi düşünenleri sevindirir mi bilmem ama buradan çıkarabileceğimiz başka bir sonuç da şu: Neyse ki iktidarlar gelip geçiyor, müzikler kalıyor.
Boks ve buz pateni
Arabeski tüm boyutlarıyla tartışmak bu yazının boyutlarını aşar. Ama arabesk hakkında bir iki görüşüm ve duygum var. Bir: Bu kadar farklı müzik türünün aynı insan tarafından, aynı gün içinde sevilerek dinlendiği, bu imkanı bulabildiğiniz kaç ülke var? Müzik marketlerin raflarındaki seçeneklerden değil, her gün her yerde kulağınıza çalınan çeşitlilikten söz ediyorum ve kendi adıma bu zenginlikten çok mutluyum (desibel sorunu ayrı bir konu). İki: Arabesk bu renklerden, hatta ana damarlardan biri. Üç: Arabeske ilginin karşılık geldiği bir toplumsal gerçek var.Yalnızca sanatsal ve estetik bir bağlamda düşünüldüğünde, bence arabesk müzik bu topraklarda romantik estetiğe ve ideolojiye en yakın duran olgu. Gizemciliğiyle, isyanıyla, tevekkülüyle, karanlığıyla, kendini ifade tarzındaki aşırılığı ve doğrudanlığıyla, bütün çelişki ve çıkmazlarıyla böyle. Yani, Genç Werther’in Acıları’nın yazarı Goethe ne kadar arabeskse, Orhan Gencebay da bir o kadar romantik. Goethe ve diğer Avrupalı romantikler de bu hususta bir yakınlık hissetmiş olmalı ki, hemen hepsi doğu kültürüne karşı ilgi ve merak beslemişler, oradan beslenmişler. (Gencebay’ın kimi şarkı sözleri, “Romantik Şiir” dersinde okutulabilecek kadar derinliklidir.)
Kültür konusuna başka bir açıdan bakarak boks ve buz pateni sporlarını düşünelim. Bu sporlardan hangisinin kültürle bir bağı olduğu sorulacak olsa,kültürlü çoğu kişi buz pateni yanıtını verecektir. Kültürün öncelikle her türlü maddi ve tinsel yönüyle gündelik yaşam pratiği olduğunu atlayıp kültürü yalnızca entelektüel bir etkinlik ve ürünleri olarak gören bir kültür tanımı açısından içinde müzik, dans ve zerafet olan buz pateninin boksla karşılaştırılması düşünülemez bile. Aynen klasik müziğin arabeskle karşılaştırılamayacağı gibi. Ama ben boksun da en az buz pateni kadar kültür içerdiğini düşünüyorum. Boksun o sporu yapan ya da izleyenler açısından ne tür bir yaşam pratiğinin gerçekliği olduğunu bir kenara bırakıp yalnızca biçimsel açıdan değerlendirdiğimizde bile sanırım şunu söyleyebiliriz: Kültürün temelinde insanın kendi karanlık ve yıkıcı doğasını kontrol altına alabilmesi, kurallara uyabilme yeteneği kazanması, yani toplumsal bir varlık olarak kendini terbiye etmesi (ve edilmesi) süreci olduğunu düşünecek olursak, rakibiyle dövüşürken canı yandığı halde kuralların dışına çıkmayan, küfretmeyen, öfkelenmeyen, yenildiği zaman rakibinin elini sıkarak ringden ayrılan bir boksörün, kültürel eğitim ve terbiyenin üstün bir örneğini sergilediğini söyleyebiliriz. Bunun ne kadar büyük bir emek ve çaba gerektirdiğini, her gün trafikte kontrolünü yitiren, şık arabalar ve giysiler içindeki eğitimli ve kültürlü insanlara ya da kendimize dikiz aynasından bakarken düşünebiliriz.
Biraz da buz patenine dönmek ve Tonya Harding’den söz etmek istiyorum. Amerika adına olimpiyatlarda yarışan ve adı bir dizi skandalla gündeme gelen Harding, en büyük rakibi olan Nancy Kerrigan’ı safdışı etmek için kocasının ve korumasının içinde olduğu bir planla 1994’teki ulusal yarışmadan önce Kerrigan’ın ayağını kırdırmaya çalışır. Kerrigan sakatlanır ve yarışmaya katılamaz, daha sonra olay ortaya çıkar, Harding hakkında dava açılır vs, vs. Bir sporcu olarak Harding’in etkinliği her ne kadar biçimsel açıdan yüksek kültürü temsil etse de, Harding’in içindeki canavarı öldürmeye yetmemiş ve Harding kültürlenme sürecini tamamlayamamıştır. Belki uç bir örnektir ama kültür konusunun ne kadar karmaşık olduğunu ve hiçbir şeyin aslında göründüğü kadar basit olmayabileceğini hatırlatmak açısından mükemmeldir.
Arabesk ve kültür üzerine bu tartışmayı referandum sonuçlarıyla bağlamak gerekirse şunu söylemek isterim: Siyaseti eğer boksa benzetirsek (ki öyledir), her şeyden önce ringe çıkıp dayak yemeyi göze alacağız. Kurallarını kabul ederek katıldığımız bu oyunda, dayak yerken küfretmemeyi, bel altına vurmamayı öğreneneceğiz. Hele de Tonya Harding’in yaptığı gibi, rakibimizi korumalarımıza kaçırtıp bacaklarını kırdırtmayı asla düşünmeyeceğiz. Yoksa kültürün cilası çabuk dökülür.
M. BARIŞ GÜMÜŞBAŞ:Hacettepe Üni., öğretim üyesi
am i not right?! :)
27 Ağustos 2010 Cuma

I want a pair of these pair of shoes either!
“Rye Shoes”* i made it up, i mean the name ;)
I've read "Catcher in the Rye" twice and i'm glad that i have. I met Holden when i was a freshman and i loved him when i was a senior. First of all i have to say that a book must be read in its own language if possible. The reason is all obvious as you know, there are academic explanations by linguists but you can find the answer easily by comparing any word. e.g. "Red" and "Kırmızı" you know what the connotations and associations do.
I have recommended the book for so many and also bought it as birthday presents but i couldn't get back what i expected. Well, the reason is clear as i mentioned before; the arid taste that the translation leaves behind but it's also that they didn't hear him from Barıs Hoca :) Right, i know! not everyone may have the chance to but what i mean is that those who don't like the book lack (i will not say "imagination", im listening to what Madonna sings thus avoding the cliche:) the life itself! It's all about us, we, humans. It's the littlest things we come across everyday; boring teachers, phonies, hot-shots (loser-to-be), freaking parents, girls, boys, the mystery and dilemma of sex & love, fears, games, competitions, childhood issues, acnes etcetera etcetera... If you listen to what i say the "book-life"* should be enjoyed!
Here are some quotes from "Cather in the Rye" but i could't find one of my favourite. It was about talking, the situation that when someone is too hot to talk about something why always the other one is not. Anyway let's take a look at them;)
It's funny. All you have to do is say something nobody understands and they'll do practically anything you want them to.
J. D. Salinger
If a girl looks swell when she meets you, who gives a damn if she's late? Nobody.
J. D. Salinger
All morons hate it when you call them a moron.
J. D. Salinger
How long should a man's legs be? Long enough to touch the ground.
J. D. Salinger
The worst thing that being an artist could do to you would be that it would make you slightly unhappy constantly.
J. D. Salinger
am i not right?
*Emily Dickinson would be proud if she could see my home-made words :)
13 Ağustos 2010 Cuma

I've met a woman,
today.
"Seriously," said she
bending over me,
whispering,
uncovering
yet carelessly!
"I don't believe in,
the existence
of microbe"
"oh" i smiled while
talking about
the past..
19 Temmuz 2010 Pazartesi
15 Temmuz 2010 Perşembe

After doing “some” shopping, she felt so weary that she had to sleep. But only after 3 cups of tea, she went to sleep. Or she thought that she did because she couldn’t fall asleep. She insisted on falling a sleep for a loong time but her struggle was in vain. Then suddenly she felt like starving as if all the humanly needs were trying to bother her. She went to kitchen to get something to ease her hunger. She prepared a petit breakfast for herself and she started to feel a strange happiness in her which was doomed to be a petit one, too as it lasted until she found out that they were run out of bread. She realized that the battle between her humanly needs and herself is not yet over. She chose the least stale one and 3 glasses of milk, some black olives and a piece of kiri (a kind of cheese, umm something like lavachequirit) were also accompanied. It was really early in the morning: cars were to have their lights on but the traffic lights were functioning properly, i mean it was not just yellow lights flashing. She turned on theTV just to clear away her fears. The 3rd channel was on, Kanal D, and there was a Turkish movie named "Children of Secret" which was about the children who are living in the streets of